Yaşam

Ankaralı şairler

A.Galip

Elbette bu açıklanabilir bir durumdur. Şairlerin Ankara’da “köklü” olmasının bir nedeni var. Ankara, Cumhuriyetin başkenti olarak devletin ilmiye sınıfının, yani yeni kurulan devletin temel ideolojisini yaratan, savunan ve uygulayan grubun ana merkezi haline geldi. Başlangıçta Ankara, askerler ve temsilciler (siyasi iktidar) dahil olmak üzere sivil ve sivil olmayan tüm bürokratların kalbiydi. Ortak paydası okur yazar olmak olan şairler de bu gruptan çıkacaktı. Anadolu halk edebiyatının yaratıcılarını ve ozanlarını paranteze alıp konuşursak, Cumhuriyet şairleri, Osmanlı’dan kopan bu genç tekçi ulus devletin kuruluşunu üstlenen ve onların heyecanını paylaşan insanlar, olacaklar ve olacaklar. Ankara’da toplanan halk arasında doğdu. Ankara’da toplanan parlamentonun çizdiği politikalar, ideolojiler, resmi temalar ve anlayışlar ve bu parlamento içinde örgütlenen hükümetin liderliği de şairleri şekillendirmiştir. ‘Kurtuluş Savaşı’ efsanesi ideolojik, manevi, propaganda ve meşruiyetini büyük ölçüde şairler üzerinden inşa etmiştir. Bunun ayrıntılarını milli tarih, milli eğitim gibi kurumların dikte ettiği ve resmi ideolojinin yeniden üretildiği milli ders kitaplarında takip etmek mümkündür. Milli yazarlarımız ve milli şairlerimiz hâlâ resmi binalarımızın koridorlarını uzun posterlerle süslüyor.

Meclis Ankara’da toplandı (İttihat ve Terakki Partisi sözcüleri ve mütevelli heyetinin denetimi altında çoğunluğu İstanbul Milletvekili üyelerinden oluşuyordu) ve kurulan hükümet, kurulacak devletin kaderini daha ilk günden itibaren üstlendi. Bu çalışmaya katılacak kişiler hakkında sıkı bir soruşturma başlatan ve İstanbul’dan Ankara’ya gelmek isteyen kişilere vize uygulayacak. Siyasi figürleri bir kenara bırakalım, İstanbul’dan Ankara’ya gelip ‘milli’ mücadeleye katılmak isteyen siviller bile sıkı vize zorunluluğuna tabi. Pek çok şairin, gazetecinin, belli bir mesleği ve itibarı olan tüm askeri ve sivil isimlerin Ankara’ya girmesine izin verilmiyor. Bu makalenin başlığına ve konusuna uygun olarak şairlere bakalım.

Nazım Hikmet ve genç bir arkadaşı Ankara’ya giriş vizesi alırlar. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından Ankara’ya ulaşırlar ve hatta Meclis’te Mustafa Kemal ile tanışma fırsatı bulurlar. Birkaç hafta sonra Anadolu’daki çabanın coşkusunu hisseden Nazım Hikmet’in yazdığı bir şiir büyük beğeni topladı ve devletin resmi dairesinin matbaasında binlerce nüsha basılarak dağıtıldı. Ancak bu girişim kurucu iktidar tarafından takdir edilmedi ve Nazım ve genç arkadaşlarından Anadolu’nun fakir kasabalarından birine gidip ders vermeleri istendi. Bundan sonra ne olacağı biliniyor. Huzursuz, yaratıcılıkla donanmış ve çaresiz kalan Nazım, Ankara gezisi sırasında tesadüfen tanıştığı bir kişinin tavsiyesine uyar ve arkadaşıyla birlikte okumak için Moskova’ya gider.

Nazım’ın Ankara’ya ilk gelişidir bu. 1920’lerin sonunda yarı resmi bir davetle başka bir sefer gelirdi. Tekrar susturulması ve sakinleştirilmesi çağrısında bulunuldu. Davetin üstten yapıldığı açıktır. Karadeniz’de katledilenlerin anılıp anılmadığı bilinmiyor. TKP’li yoldaşları, KUTV’li üniversite arkadaşları artık Ankara’nın en değerli bürokratları haline geldi.

Onlar kim?

Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör ve diğerleri.

Nazım Hikmet, Şevket Süreyya Aydemir’in Ankara-Bahçelievler’deki evinde ağırlanıyor. Dönemin içişleri bakanı da geliyor. Açık ve örtülü teklifler yapılır. Nazım Hikmet derin bir iç incelemenin ardından eski yoldaşlarının tekliflerini reddederek İstanbul’a döner. Bu affedilemez. Bundan sonra “Nazım’ın çilesi” başlar.

Nazım, İstanbul’da tüm yaratıcılığını, şiirini, sinematografisini (İpek Film), gazeteciliğini, çeviriciliğini, polemik gücünü ve kültürel bilgisini kullanarak sıradanlığa karşı bayrağını yükseltiyor. Artık Nazım Hikmet yeteneği ve bilgisiyle ülkenin dünyaya açılan kapısı haline gelir. O zaman bile her sözüyle, tavrıyla, jestiyle ülkenin sanat, edebiyat ve siyaset gündemini belirleyen bir olguya dönüşüyor. O yıllarda Nazım Hikmet artık Türkiye’nin idolü ve efsanesidir. Şair Nazım Hikmet, tekçi, inkarcı, baskıcı ve yıkıcı Cumhuriyetin en büyük düşmanı ilan ediliyor. Bu Nazım’ın hapse atılmasına yeter. Hukuksuz ve asılsız bir şekilde 38 yıl hapis cezasına çarptırılıyor ve cezaevine atılıyor.

Nazım Hikmet için Ankara bitti!

Ankara şairleri dedim değil mi?

ANKARA’M

Ankara’yla tanışıklığım 1980’li yılların başına dayanıyor. Lise okumak için geldim ve hiç ayrılmadım. Birlikteliğimiz lise, üniversite, yüksek lisans ve ardından (dört-beş yıllık zorunlu hizmet hariç) memuriyet yoluyla devam ediyor. 1980’li yılların ortasından itibaren lise son sınıf ve üniversite öğrencisi olarak öncelikle izleyici ve dinleyici olarak, 1990’ların sonlarından günümüze ise şair ve yazar olarak Ankara edebiyat ortamına yabancı olmadığımı söyleyebiliriz. . Bu 30 yıllık süreçte köklü dönüşümler ve değişimler yaşandı. Yerler değişti. Dergiler kapandı, yenileri çıktı. Edebiyat ve sanat dernekleri kurulup kapatıldı. Şair ve edebiyatçı dostlarımızın, kardeşlerimizin bir kısmı şehri terk etti, bir kısmı da bu dünyayı terk etti. Benim için Ankara Madımak Katliamı’yla boşaltıldı. Şair ve edebiyatçı olarak tanıdığım, eserleriyle Ankara’yı nefes alan bir şehir haline getiren arkadaşlarımın öldürülmesi bu şehri çöle çevirdi. Behçet Aysan, Uğur Kaynar, Asaf Koçak, Metin Altıok ve diğer sevgili arkadaşlar…

Katliamın nedeni ve failleri açıklanmadı. Üstelik hukuk ve adalet de katledildi. Derin Cumhuriyet’in koridorları sessizlik paylarıyla kaplıydı.

Bu yazımda anılarımı anlatmayacağım. Ankara’nın geçmişine dönüp 1920’lerden 1970’lere kadar edebiyat sahnesine değineceğim ve bazı şairlerden bahsedeceğim. Ama bir anıyla yeniden başlayacağım.

ANILARDA ANKARA

Ankara’nın ve özellikle edebiyat ortamının hafızasında yer eden merhum Mustafa’nın (Şerif Onaran) vefatından kısa bir süre önce Adnan Ötüken Kütüphanesi’nde bir etkinlik düzenledim. Ankara’daki edebiyat ortamlarını anlatmasını istedim. Bildiğiniz gibi askeri doktor olan Mustafa Şerif Onaran, öğrencilik yıllarından beri Ankara’dan hiç ayrılmamış, uzun yıllar genelkurmay ve başkanlık tabibi olarak görev yapmıştı. Şiire ve edebiyata olan ilgisini hiç kaybetmedi ve son gününe kadar yazmaya devam etti. Bir zamanlar şiirler yazmıştı ama daha sonra denemeler ve anılara yoğunlaştı. Tıptan çok edebiyata olan ilgisiyle öne çıktı. Bu nedenle Ankara’nın edebiyat ortamının ilk elden tanığıydı. Genelkurmay Başkanlığı ve Çankaya Köşkü’ndeki rutin mesailerinin dışında ilgi alanları her zaman edebiyat ortamları olmuştur. Türk Dil Kurumu idaresinde olması nedeniyle her hafta düzenli toplantılara katıldığını, aynı kurumun çıkardığı derginin yayın kurulunda yer alması nedeniyle iş değerlendirme toplantılarından da bahsettiğini ve bu toplantılardan bahsettiğini anlatırdı. orada yapılan tartışmalar. Türk Dil Kurumu ve dergileri, dönemin hemen hemen bütün önemli edebiyatçılarının yer aldığı kurumların başında gelmektedir.

O dönemin edebiyat eleştirisinde büyük etkisi olan Nurullah Ataç’tan da bahsetti. Hem Milli Eğitim Bakanlığı tercüme bürosunda hem de daha sonra görevlendirildiği Ziraat Bankası Ulus şubesindeki odasında edebiyatçıların uğrak yeri olduğunu söyledi.

M. Şerif Onaran’ın bahsettiği bu mekanlara birkaç gazete bürosunu (Yenigün matbaası, Ulus Gazetesi vb.) ve Çankaya Köşkü’ndeki Atatürk sofrasını da eklersek, bunlar Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Ankara’nın resmi ve prestijli edebiyat ortamlarını belirlemişlerdir. 1950’ye kadar. O dönemlerde saygınlık kazanan ve Atatürk’ün masasına oturabilen edebiyatçıları şöyle sıralayabiliriz: Ziya Gökalp, Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar (kısa bir süreliğine), Mehmet Fuat Köprülü, Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sadri Maksudi Arsal, Hamdullah Suphi Tanrıöver. , Ruşen Eşref Ünaydın, Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Ağaoğlu, Aka Gündüz, Faruk Nafiz Çamlıbel, İbrahim Necmi Dilmen, Esat Mahmut Karakurt, Mithat Cemal Kuntay, Burhan Cahit Morkaya, Halit Fahri Ozansoy, Saffeti Ziya, Abdülhak Hamid Tarhan, Ali Canip Usul, Hasan Ali Yücel, Falih Rıfkı Atay, Hakkı Tarık Us, Yusuf Akçura, Mehmet Emin Yurdakul. Bu isimler milletvekili, bakan veya müsteşar olarak atanarak ödüllendirilen ve korunan yazar ve yazarlar arasındadır. Örneğin Behçet Kemal Çağlar, Atatürk tarafından bir çocuk gibi sevilmiş ve eğitim için İngiltere’ye gönderilmiştir. Atatürk’ün ilkelerini âşıklık tarzındaki şiirleriyle anlattığı için yaşamı boyunca “inkılâp şairi”, “sofra şairi” ve “Atatürk şairi” olarak anılacaktır.

ANKARA’DAKİ SİVİL ALANLAR

1930’lu yıllardan itibaren “yarı sivil” restoranlar, barlar ve pastaneler açılmaya başlandı. Bu yarı sivil mekanın ilk örneği olarak Karpiç Kent Restoran’ı verebiliriz. Atatürk bizzat Ankara’da beyaz örtülü, peçeteli, çatal bıçaklı Avrupai bir mekanın açılmasını emretmişti. İstanbul’da ticaret yapan Çarlık Rusyası göçmeni Beyaz Rus Heyeti George Karpovitch, 1932 yılında Ankara’ya getirildi. Devlet desteğiyle Ulus’taki Taşhan’a bir dükkân hediye edildi. Böylece restoran açıldı. Başta Atatürk olmak üzere milletvekillerinin, diplomatların ve büyükelçilerin uğrak noktası haline geldi. Gittikçe gazetecilerin, yazarların, edebiyatçıların ikinci adresi haline geliyor. Bir süre sonra casusların ayrılamadığı ve istihbarat topladığı bir yere dönüşür. Altan Öymen’e göre Karpiç, devletten her yıl 6 bin lira harçlık alıyor. Bunun nedenini tahmin etmek zor olmasa gerek. Üstelik dönemin Emniyet Müdürü Dilaver Bey ve İçişleri Bakan Yardımcısı Cemil Bey bunu güvenlik açısından tehlikeli bulsa da Atatürk onları dinlemedi. Daha sonra birçok yazarın anılarında okuyacağımız gibi, neredeyse her müşterinin bir casusu vardır. Çünkü muhalefeti ve demokrasiyi sevmeyen Cumhuriyet iktidarı, sivil ve muhalif olarak gördüğü edebiyatçılara karşı kan döküyor. İşsizlik, sürgün ve hapis onların en büyük ödülleriydi. Nazım Hikmet’e verilen 38 yıl hapis cezası, Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Enver Gökçe, Ahmed Arif gibi şairlerin sürgüne gönderilmesi, Orhan Veli, Mehmed Kemal gibi şairlerin işsiz kalması ve kelimenin tam anlamıyla açlığa mahkûm edilmeleri bunların örnekleridir.

Karpiç Lokantası onlarca romanın yanı sıra onlarca anıya da konu olmuştur. Falih Rıfkı Atay’dan İhsan Sabri Çağlayangil’e, Altan Öymen’den Ahmet Oktay’a, siyasetçilerden dönemin gazetecilerine kadar anılarını yazan herkesin bahsetmeden geçemeyeceği bir yer haline geldi. Hatta burada çalışan bir garson, Almanları gözetlediği için uluslararası bir filme konu olmuştu. Joseph Mankiewicz, 1950 yapımı Beş Parmak adlı filminde Karpiç’te garson olarak çalışan Cicero’nun casusluk macerasını anlatır. ‘Panorama’da Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ‘Yol’a Giden Yol’da Nahid Sırrı Örik, ‘Yol’da Orhan Kemal. ‘Müfettişler Müfettiş’, Aka Gündüz ‘Aşk Olsa’ adlı romanında, Ömer Faruk Toprak ise ‘Duman ve Alev’ adlı kitabında Karpiç Lokantası’nı anlatıyor.

O dönemde Ulus’ta açılan İstanbul Pastanesi de edebiyatçıların uğrak yeriydi. Ulus, 1960 yılına kadar şehirdeki merkezi konumunu korurken, şehir merkezi yavaş yavaş Kızılay’a doğru kaymıştır.

ANKARA’DAKİ ŞAİRLER

Edebi ortamların dışında edebi şahsiyetlerden bahsedersek Gazi Lisesi’ni anmamız gerekir. Erzurum, Konya ve Bursa liselerini gezerek Ankara Erkek Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak gelen Ahmet Hamdi Tanpınar, öğrencileri arasındaki Ahmet Muhip Dranas’tan umutlu ama edebiyatımıza damgasını vuracak olanlar Orhan olacak. Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat. Sadece bu isimlerle sınırlı değil. Daha sonra isimlerini sıkça duyuracak isimler o dönemde öğrenciydi: Suphi Taşhan, Mehmed Kemal Kurşunluoğlu, Can Yücel, Ahmet Oktay vb. İlk yıllarda çıkardıkları Yaprak dergisiyle özellikle üç isim dikkat çekmişti. 1940’lar. Yahya Kemal Beyatlı bu gençleri merak eder, Karpiç’te onlarla tanışır ve sohbet eder. Daha sonra elçi olan ve o dönemde Yaprak dergisinde yazan Mahmut Dikerdem, Yahya Kemal Beyatlı ile tanışmasını şöyle anlatır: “Yahya Kemal Beyatlı Yaprak dergisindeki şairleri severdi ama bunu hiçbir zaman belli etmek istemezdi. Bir gün, Ankara’ya geldiğimde bizi Karpiç Lokantası’na yemeğe davet etti. Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rıfat ve ben bu davete gittik. Yahya Kemal bu tür toplantılarda şairlerden şiirlerini okumalarını isterdi. Sonlara doğru Yemeğin ardından şairlerimizden de şiir okumalarını istedi. Garipler sıkıldılar, önce Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirleri okundu. Şiir okumasını istediler. Ağır, melankolik ve aruz vezniyle dolu bir şiirini büyük bir heyecanla okudu. Sıra Oktay Rıfat’a geldi. O da ünlü şiir Zeytinyağlı Dolma’yı okudu. Bunun üzerine Yahya Kemal Beyatlı çok üzüldü. Oktay’ın kendi şiiriyle dalga geçtiğini söyledi. “Bize sırtını döndü ve öksürmeye başladı. Bu, gitmemizi istediği anlamına geliyordu. Tek tek masadan kalktık. Ancak Oktay’ın böyle bir niyeti yoktu.” (Necati Tonga’dan alıntı, Edebiyatçı Muhit Ankara, s. 216-217)

AĞRILI KEMER

1940’lı yıllar Mehmed Kemal’in Acı Nesil dediği şairlerin dönemidir. Rıfat Ilgaz, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Arif Damar, A. Kadir gibi şairlerin sesleri duyulmaya başlayacak. Daha doğrusu seslerinin susturulmaya çalışıldığı yeni bir karanlık dönemdir.

1940’lı yılların karanlığından bahsederken Necip Fazıl Kısakürek ve Peyami Safa’yı da anmak gerekir. Necip Fazıl Kısakürek 1930’lu yıllar boyunca Ankara’daydı. İş Bankası Ankara şubesinde memurdur. Karpiç Restoran ve İstanbul pastanesinin müdavimleri arasındadır. Daha sonra düşman ilan edeceği bir cephede yaşıyor. Bu yıllarda Peyami Safa, Türk Dil Kurumu’nun İstanbul temsilciliğinde görev yapmaktadır. 1940’lı yıllarda etrafındakilere ateş açacak. Necip Fazıl Kısakürek ise Büyük Doğu hayaline kapılmıştır. Peyami Safa kendi dergisini çıkarmamaktadır ve Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmenliğine atanmıştır. Nazileri kıskandıracak ırkçılık yapıyor. 1950’li yıllarda DP’ye başvurarak gizli fonlardan yararlanmak için Menderes’e mektuplar yazdılar. Necip Fazıl Kısakürek dergisinin okuyucularına suikast düzenlemeyi hedefliyor. Malatya’da Ahmet Emin Yalman’a başarısız suikast girişiminde bulunan lise öğrencisi (Hüseyin Üzmez), bu girişimi Kısakürek’in yazılarından etkilenerek yaptığını söylüyor. Yine Kısakürek dergisinin kapağında yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın fotoğrafını yayınlayarak yazar kendisinin saf bir komünist olduğunu beyan etmektedir. Celal Bayar ve Adnan Menderes’i sık sık ziyaret ederek en büyük tehlikenin komünizm olduğu açıklandı. Günümüzün güçlü insanlarını iktidara taşıyan yollar o zaman inşa edilecek. Komünizme çaba gösteren dernekler öneriliyor, kuruluyor ve ekipler eğitiliyor. Düşmanlık ve nefret öyle bir boyuta ulaştı ki, Peyami Safa’nın yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Cumhuriyet gazetesi, Nazım Hikmet’in fotoğrafını ön sayfasına basıp, “Yüzüne tükür” manşetini attı.

AŞK ŞAİRLERE YAKIŞIR…

Bu tatsız olayları burada bırakalım ve Ankara’nın daha keyifli edebiyat ortamlarından bahsedelim. Kahvehane, restoran, pastane gibi sosyal mekanların yanı sıra bazı sanatçı ve yazarların konaklama yerleri de edebi sohbetlerin gerçekleştiği mekanlardır. Bu konutlardan biri de Eyüboğlu kardeşlerin konutudur. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu ve Mualla Eyüboğlu uzun süre Ankara’da yaşadı. Sabahattin Eyüboğlu çeviriler yapıyor ve dergilerde eleştirel yazılar yazıyor. Aynı zamanda Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Disiplin Kurulu üyesidir. Aynı zamanda Hasan Ali Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosu’nda çalışmaktadır. İkametgâhı Kızılay’dadır. Mualla Eyüboğlu, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde eğitmen ve mimar olarak çalışıyor. Bu kardeşlerin konakları şairlerin uğrak yerleridir. Evi en çok ziyaret edenler arasında Garip şairleri, Yaşar Kemal ve Ruhi Su gibi isimler yer alıyor. Bu ziyaretler aynı zamanda yakınlaşmaya da yol açıyor. Yaşar Kemal, Mualla Eyüboğlu’na tutkulu bir aşk beslemeye başlar. Bu aşk yaklaşık iki yıl sürdü. O dönemde gazetelere Anadolu röportajları hazırlayan Yaşar Kemal, gittiği her şehirden Mualla’ya sayfalar dolusu mektup gönderiyordu. Bu sevgiyi ailesiyle de paylaşıyor. Mualla Eyüboğlu’na da isim veriyorlar: Kürt Gelin! (Hitit Güneşi, Mualla Eyüboğlu Anhegger, 2003, İstanbul). Ankara’da edebiyatçıların ağırlandığı bir diğer konut ise Samet Ağaoğlu’nun “Rönesans gibi kadın”, Cemal Süreya’nın ise “Cumhuriyet dönemi küçük burjuva duyarlılığının anası” dediği Nahit Gelenbevi’nin evi. “Atatürk’ün yanındaki nişanlı kız. Orhan Veli onun yanında üzgün görünüyor. Cahit Sıtkı alt katta oturuyor. Ataç son derece çocuksu ve sonuna kadar duyarlı. Nihal Atsız susuyor. Muvaffak Erdem sevinçten çığlık atıyor. Dıranas’la üzüntüyü paylaştı. Cahit Külebi’nin Antalya’sı ” Ankara’ya atanmalı…// İlk eşi Vedat Fıratlı, Yahya Kemal’in öğrencisiydi. Orhan Veli de o kocanın öğrencisiydi. Gülten Akın onun öğrencisiydi. Daha sonra Arif Damar ile evlendi.// Nahit Hanım’ın bir sanat albümü. 1930 dersen Hasan Ali Yücel, Sabahattin Ali, Peyami Safa çıkar; 1940 dersen Orhan Veli Oktay Rifat, Melih Cevdet, Sabahattin Eyüboğlu… 1950 dersen Edip Cansever, Metin Eloğlu, Alp Kuran; 1960, Gürdal Duyar. // Yahya Kemal ve günümüzün en genç şairlerinden Küçük İskender ile akşam yemeği yedi. Özellikle şairlere yakındır.”(Cemal Süreya). Nahit Hanım ile Orhan Veli’nin ilişkisi hüzünlü sonla biten bir aşk hikayesidir. Orhan Veli İstanbul’a gider, Nahit Hanım Ankara’da kalır. Kısa ziyaretler olur ve çok sayıda mektup gelir. Orhan Veli işsiz, güçsüz ve tam bir sefalet içinde yaşıyor.Devletin kapıları ona kapatıldı.O da tercüme bürosundan uzaklaştırıldı.Bırakın evden çıkmak, göndereceği mektuba pul bile alamıyor. Nahit Hanım’a Nahit Hanım, Orhan Veli’yi Ankara’ya çağırır.Orhan Veli kış mevsimine uygun ne paltosu ne de ayakkabısı olduğunu yazar.(Orhan Veli, Sadece Seni Arıyorum, Nahit Hanım’a Mektuplar, 2014, İstanbul).

1950 BATAKLIK

1950’li yıllarda Ankara’da başka bir şiir anlayışı yükselmeye başlayacaktı. Pazar Postası dergisi ve Mülkiyeli genç şairler söz alıyor. Mülkiye öğrencisi olan öğrenciler arasında Cemal Süreya, Ece Ayhan gibi isimler çıkmaya başlayacak. Daha sonra bu isimlere Turgut Uyar ve Edip Cansever de eklenecek. Bu insanlar 1970’lerin ortalarına kadar Ankara’da yaşadılar. Yazdıkları yoğun polemiğe konu oluyor. Bu kümeye İkinci Yeni denir. Yani sert bir darbe alıyor. 1990’lı yıllardan itibaren ikinci yeni şairlerin her biri bir kült şaire dönüşecekti.

1960’lı ve 1970’li yıllarda şiir her yerde olduğu gibi Ankara’da da sokaklara çıktı. Şairler dergilerde, yerel halkta ve partilerde buluşuyor. Türkiye 1960’lı yıllarda dünyada yükselen özgürlük, eşitlik ve sosyalizm mücadelesiyle tanıştı. Siyasi arenada yeni bir toplumsal muhalefet yükseliyor. İlk kez personel sınıfı adına siyaset yapmak isteyen öncü işçiler, sendikacılar, aydınlar ve akademisyenler bir araya gelerek dernekler ve partiler kuruyorlar. Egemen güçlerin otoritesi sarsılmaya, askeri ve sivil bürokratların varlığı sorgulanmaya başlar. Döneme damgasını vuran gelişme ise Türkiye İşçi Partisi’nin kurulmasıydı. Şiirde “Militan” bir nesil yetişiyor. Bu döneme dergiler dönemi de diyebiliriz. Yükselen toplumsal muhalefet, gelişen, çoğalan ve bölünen sol şiire damgasını vurmaya çalışacak ve hemen her kesim kendi şairini yaratacaktır! İsim vermeye gerek var mı?

Artık akrobatlar ve şeytanlar sahnede.

Neyse devam edin…

1960’lar ve 1970’ler başlı başına bir yazının konusudur. Mesela 1980 darbesinde ülke bir açık hava hapishanesine dönüştü. Ülke boştu ve tüm okuryazar insanlar kınandı. Şairler gibi tüm okuryazar insanlar apoletlerin işkencesi altındaydı. Zindanlardan şiir fışkırıyordu.

1980’lerin ortalarında işkence normalleşti, Türkiye bomboş kaldı, Ankara Gülten Akın ve birkaç grubun çığlıkları.

1960’lı ve 1970’li yıllara dönelim.

Yukarıda TİP’ten bahsettiğimize göre yazımı Ahmet Say’ın ‘Ağaçlar Çiçeklerdeydi’ adlı anı ve biyografi kitabından bir alıntıyla bitirmek istiyorum. İlgilenenler konunun ayrıntılarını söz konusu kitaptan okuyabilirler.

“Ve Halit Ağabey konuya gelerek, Ataol Behramoğlu’nun bir arkadaşıyla birlikte parti il ​​başkanlığına yazılı suç duyurusunda bulunduğunu, bu mektupta Ahmet Say ve Vaha Erdoğdu’nun “devrimci” olduklarını yazılı olarak ifade ettiğini söyledi. komünistler”. Daha sonra tebliği hazırlayan Ataol ve arkadaşını aradığını, partiyi korumak adına bu mektubu savcılığa vermesi gerektiğini, bu durumda Ahmet Say ve Vaha Erdoğdu’nun cezalandırılacağını anlattı. 8 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacaklar ve ayrıca hayatlarının geri kalanında kamu haklarından mahrum kalacaklar. Halit Ağabey de Ataol’un farklı yanıtını şöyle anlattı:

“Bu kadar ceza alacaklarını düşünmemiştim…”(Ahmet Say, Ağaçlar Çiçek Açmıştı, s.192, İstanbul, 2011)

Hayat var, hayat devam ediyor…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu